En derin yokluklar içinde olsak da en büyük varlığımız olan “millet” olmanın gücüyle, 26 Ağustos 1922’de Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Büyük Taarruz sonucunda, 2 Eylül 1922’de şehrimiz yeniden bağımsızlığına kavuştu.
Bir an olsun aklımızdan ve gönlümüzden çıkarmadığımız, “Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim” düşünce yapısının en zor durumlarda bile ne kadar doğru olduğunu bize gösteren başta Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, Kurtuluş Savaşı’nın tüm kahramanlarını bir kez daha minnetle anıyorum.
2 Eylül dündü. Geride kaldı. Peki, gelelim 3 Eylül’e. .
Tarih öncesine dayanan kültürel zenginliği, 1890’lardan itibaren demiryolu bağlantısı ve konumu itibariyle stratejik olarak kesişim noktasında olan, Cer Atölyesi gibi döneminin “süper-fabrika”sı ve akademisine ev sahipliği yapan ve saymakla bitiremeyeceğim çok daha fazla ışıl ışıl parlayan özellikleri olan bir şehir; Eskişehir.
Tamam, kabul ediyorum. Uslanmaz bir “Eskişehir milliyetçisi”yim. Objektif olmam pek tabii mümkün değil. Ancak kabul edemediğim bazı gerçekler var. Hem de Eskişehir’in ayazından daha sert yüzümüze vuran cinsten.
Peki hazırsanız, başlıyorum. .
“Karpuz gibi ortadan ikiye ayrılmış” deyimini bilmeyenimiz yoktur. Merak ettiğim en büyük soru da bu aslında. Güzel şehrimizi ortadan bölen, neden bir tek Porsuk Çayı olmuyor, olamıyor? Bir olmak, biz olmak o kadar da zor değilken neden kazanan hep “karpuzcu kabzımallar” oluyor? Porsuk Çayı ayırarak güzelleştirirken şehri, biz birleştirerek daha da güzelleştiremez miyiz? Porsuk manzarasında birer nişan gibi duran o güzel köprüler, bunun için var. .
Ne demek mi istiyorum?
Hep tartıştığımız bir tane ortak sorumuz var: “Eskişehir, ne şehri?”
Öğrenci şehri mi?
Sanayi şehri mi?
Turizm şehri mi?
Emekli şehri mi?
İçinden trenler geçmek zorunda olsa da her treni kaçırmayı başaran(!) tek şehir mi?
İçinde uğraştığında, emek verdiğinde Yeni Türkü’den Çember parçasını arka fona alan, ticareten cari fazlası olsa da “insanen” cari açık veren, kinayeler dolu mecaz-ı mürseller ile tecahül-i arifler diyarıdır.
Çok mu karamsar geldi tablo? Kesinlikle öyle değil. Tek derdim, ecdadımızın üzerine düşeni fazlasıyla yaptığı dünlerde, bugün mevcut olduğumuz kudretin farkına varamayacak kadar kapanan gözlerimizin artık açılması. Gözlerimiz ile birlikte oturduğu koltuktan kalkmayanlar gibi hareketsiz duran ayaklarımızın da açılması. Bu dert, öyle bir dert ki mecazen değil, gerçekten de bin dermana değişmem.
Sadece düşünün. Bir anlık bırakın her şeyi. Bulunduğu yeri güzelleştirmeyi dert edinenler olarak, bugüne kadar kaçan fırsatları çok hızlıca düşünün. Artık bir klasik haline gelmiş “Bursa’dan öndeydik, bizi geçti” masalından bahsetmiyorum. Bir Eskişehirli olarak, salt başka bir şehri örnek almayı kabul bile etmiyorum.Çok daha büyük bir vizyon ortaya koymamız gerekiyor. Kendi adıma söylemek istiyorum ama bana katılacağınızdan da çok eminim. Eskişehir’de yaşamaktan çok mutluyum. Ama çok daha fazlası mümkünken de yetinmekten artık bıktım. Hiçbir başarı cezasız kalmasa da “pişman değilim aklım hala yapamadıklarımda” diyenler bitmez çünkü bu şehirde. Mücadelesini bir gün dahi bırakmayanların hatırındadır, o esaret altında geçen 409 gün. Tüm mücadelenin özü burada gizli aslında.
Bir sınıf düşünün. İçindeki öğrencilerden her zaman göze çarpan pırıl pırıl olan hiç ders çalışmasa da sınavlarda bir şekilde geçer not alan ama biraz çalışsa bambaşka yerlerde olabilecek bir şehir; Eskişehir.
Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözü ile bitirmek istiyorum: “Türk, öğün, çalış, güven.”
Dün 2 Eylül’dü.
Bugün yeni bir gün.
Dünümüzle ne kadar övünsek az. Artık bugün birlikte çalışmak vaktidir.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Umut Rallas
Köprü
Tam 409 gün sürdü. İşgal altında tam 409 gün.
En derin yokluklar içinde olsak da en büyük varlığımız olan “millet” olmanın gücüyle, 26 Ağustos 1922’de Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Büyük Taarruz sonucunda, 2 Eylül 1922’de şehrimiz yeniden bağımsızlığına kavuştu.
Bir an olsun aklımızdan ve gönlümüzden çıkarmadığımız, “Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim” düşünce yapısının en zor durumlarda bile ne kadar doğru olduğunu bize gösteren başta Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, Kurtuluş Savaşı’nın tüm kahramanlarını bir kez daha minnetle anıyorum.
2 Eylül dündü. Geride kaldı. Peki, gelelim 3 Eylül’e. .
Tarih öncesine dayanan kültürel zenginliği, 1890’lardan itibaren demiryolu bağlantısı ve konumu itibariyle stratejik olarak kesişim noktasında olan, Cer Atölyesi gibi döneminin “süper-fabrika”sı ve akademisine ev sahipliği yapan ve saymakla bitiremeyeceğim çok daha fazla ışıl ışıl parlayan özellikleri olan bir şehir; Eskişehir.
Tamam, kabul ediyorum. Uslanmaz bir “Eskişehir milliyetçisi”yim. Objektif olmam pek tabii mümkün değil. Ancak kabul edemediğim bazı gerçekler var. Hem de Eskişehir’in ayazından daha sert yüzümüze vuran cinsten.
Peki hazırsanız, başlıyorum. .
“Karpuz gibi ortadan ikiye ayrılmış” deyimini bilmeyenimiz yoktur. Merak ettiğim en büyük soru da bu aslında. Güzel şehrimizi ortadan bölen, neden bir tek Porsuk Çayı olmuyor, olamıyor? Bir olmak, biz olmak o kadar da zor değilken neden kazanan hep “karpuzcu kabzımallar” oluyor? Porsuk Çayı ayırarak güzelleştirirken şehri, biz birleştirerek daha da güzelleştiremez miyiz? Porsuk manzarasında birer nişan gibi duran o güzel köprüler, bunun için var. .
Ne demek mi istiyorum?
Hep tartıştığımız bir tane ortak sorumuz var: “Eskişehir, ne şehri?”
Öğrenci şehri mi?
Sanayi şehri mi?
Turizm şehri mi?
Emekli şehri mi?
İçinden trenler geçmek zorunda olsa da her treni kaçırmayı başaran(!) tek şehir mi?
İçinde uğraştığında, emek verdiğinde Yeni Türkü’den Çember parçasını arka fona alan, ticareten cari fazlası olsa da “insanen” cari açık veren, kinayeler dolu mecaz-ı mürseller ile tecahül-i arifler diyarıdır.
Çok mu karamsar geldi tablo? Kesinlikle öyle değil. Tek derdim, ecdadımızın üzerine düşeni fazlasıyla yaptığı dünlerde, bugün mevcut olduğumuz kudretin farkına varamayacak kadar kapanan gözlerimizin artık açılması. Gözlerimiz ile birlikte oturduğu koltuktan kalkmayanlar gibi hareketsiz duran ayaklarımızın da açılması. Bu dert, öyle bir dert ki mecazen değil, gerçekten de bin dermana değişmem.
Sadece düşünün. Bir anlık bırakın her şeyi. Bulunduğu yeri güzelleştirmeyi dert edinenler olarak, bugüne kadar kaçan fırsatları çok hızlıca düşünün. Artık bir klasik haline gelmiş “Bursa’dan öndeydik, bizi geçti” masalından bahsetmiyorum. Bir Eskişehirli olarak, salt başka bir şehri örnek almayı kabul bile etmiyorum. Çok daha büyük bir vizyon ortaya koymamız gerekiyor. Kendi adıma söylemek istiyorum ama bana katılacağınızdan da çok eminim. Eskişehir’de yaşamaktan çok mutluyum. Ama çok daha fazlası mümkünken de yetinmekten artık bıktım. Hiçbir başarı cezasız kalmasa da “pişman değilim aklım hala yapamadıklarımda” diyenler bitmez çünkü bu şehirde. Mücadelesini bir gün dahi bırakmayanların hatırındadır, o esaret altında geçen 409 gün. Tüm mücadelenin özü burada gizli aslında.
Bir sınıf düşünün. İçindeki öğrencilerden her zaman göze çarpan pırıl pırıl olan hiç ders çalışmasa da sınavlarda bir şekilde geçer not alan ama biraz çalışsa bambaşka yerlerde olabilecek bir şehir; Eskişehir.
Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözü ile bitirmek istiyorum: “Türk, öğün, çalış, güven.”
Dün 2 Eylül’dü.
Bugün yeni bir gün.
Dünümüzle ne kadar övünsek az. Artık bugün birlikte çalışmak vaktidir.